Lise yıllarıma değin tüm çocukluğum oyunla ve sokakta geçti diyebilirim. Bilgisayarla tanışmam 20’li yaşların başına, sokakta ilk diz kanamamsa 5.yaşıma denk gelir benim. 213 sokağın en güzel günleri Vesilehanım teyzenin evi yıkılıp apartman oluncaya kadar sürmüştü hepimiz için. 80’li yılların ortaları, televizyonda Turgut Özal’ın ve zamlarının konuşulduğu, haberlerde PKK ve Öcalan kelimelerinin daha sık duyulmaya başlandığı, bizimse tek derdimizin yağlı şekerli ekmek yiyip, ip mi atlasak, kilim üzeri ev mi kursak olduğu günlerdi bunlar. Gerçi büyüdükçe oyun çeşitleri macera ve tehlike desibeliyle şekillenmekte, dizlerdeki yaralarsa kabuk tutmadan yenilerine zemin oluşturmaktaydı. İlk zamanlar bizim mutfak penceresine kadar uzanan elektrik direğine geçirilen lastikle ip atlamak en sevdiğim şeyken, 1-2 yıl sonra en heyecan verici maceram aynı direğe 1 dakikanın altında tırmanabilmek olmuştu. Bir de ev içi ara kapılara tırmanmak vardır ki benim kuşağımda yapmayan yoktur sanırım.
Mahalle kızları olarak biz bunların peşindeyken abimin de içlerine dahil olduğu oğlan çocukları çokça çift kale maç yapar, bazense meşe oynayıp çekirge avlamak için dağa giderlerdi. Dağ dediğime bakılmasın zira iki sokak ötede henüz apartman dikilmemiş ve bu düzene uzun yıllar direnen boş, hafif tepelik, otluk bir arsaydı sözü edilen yer. Tıpkı elektrik direğinin devasalığı gibi bu arsada küçük kızların yalnız gidemeyeceği, abilerinin de erkek erkeğe gidebilecekleri bir yer olarak gözümüzü korkutan boyutta anlatılmışlardı o günlerde bize, tabii sonra her şey değişti.
Kısa bir dönem erkeklerin pazarda su sattığı sıcak yaz günlerinde, biz de Yeşim’le ekmek sepetlerinin içine bir gün önceden yaptığımız kurabiyeleri doldurup, utana sıkıla komşu esnafa satmaya çalışır ya da reklam skeçleri yazıp kendi sesimizden teybe kaydederdik. Ev hayatımız çok sürmedi aklımız hep sokaktaydı çünkü. Zaman aktıkça kızlı erkekli grup olmaktan çıkıp sokak oyunlarımızı toplu icra eder hale gelmiştik. Bunda benim arkadaşlarımın abilerinin, abimin arkadaşları olmasının da büyük payı vardı aslında. Önceleri ortada sıçanla başlayan grup oyunlarımız yerini akşam yemeğinden sonra oldukça kalabalık oynadığımız saklambaçlara bırakır olmuştu. İlker abinin hayal gücü sayesinde beş katlı apartmanların kiremitlerine çıkıp ebenin bizi bulma süresini saatlere yayardık. Bazense sokağın başında bulunan süt mandırasının önünde oturup ağustos böceklerinin eşliğinde uzun uzun çiğdem çitler hem hiç bitmesin istenilen yaz günleri için üzülür hem de mandıra önü oturmalarından sıkılırdık.
Bir Yeşim, bir de aynı apartmanda oturduğumuz kuzenimle ilgili anılarım taptaze kalmış gibi beynimde, diğerleri bölük pörçük hep. Kuzenimle yaşadıklarımız bütün çocukluğumun en hareketli kısmıydı sanırım zira ilkokul döneminde geceli gündüzlü hep bir aradaydık. Okula giderken ceplerimize doldurduğumuz ‘leblebi üzüm’ stoklarını okulun balkonuna çıkarak yoldan geçenlerin bacağına lastikle fırlatmamız, körebe oynarken ansızın kuzenin düşüp kafasını yarması ve de Nur Ap. inşaatına attığımız küçük çakıl taşlarıyla beraber benim kendimi de atarak harçlı suya gömülmem en unutulmaz anılarımızın arasındaydı.
Yeşim ise, düzenli olarak dikiş diken hep gülümseyen annesi, evde besledikleri bol tüylü köpekleri, abimin de arkadaşları olan iki abisi, uzun saçlı sakallı fotoğrafçı babasıyla çocukluğumun en kalabalık aile tablolarından birini yaşatmıştı bana. İskandinav koltuklarda annelerimize sarılarak çekindiğimiz şortlu, yaralı dizli ama mutluluk dolu fotoğraflarımız, iri delikli tulum peyniri, kan kırmızı dilim karpuzlarla karnımızı şişirdiğimiz yaz günlerimizin anlamı bilememiştik, yaşarken. Artık epey büyümüş ve de mahalleden taşınma evresinde, son kez yad etmek için bir araya geldiğimizde, durağan bir resme dönüştük hepimiz, veda havasında.. Şimdiyse anılarımı karşılaştıramayacak kadar ayrı düştüm ikisiyle de. Dik yokuşlu 213 sokak ve bu güzel anıların başrol oyuncusu insanlar beni unutmuşlardır. Ben onları hiç unutmadım.
İnsan, en zor çocukluk anılarını unuturmuş derdi büyükler, bize toz bulutu kadar anlamsız gelen bir bilgelikle. Çocukluğumda en uzak zaman dilimi yarınken ve en güzel şeyler sokakta yaşanırken ne anı ne de hafıza önemliydi benim için. O zamanlar değil ama şimdi düşündüğümde nedense bazı temalar birebir kişiyle özdeş kalmış beynimde. Misal; Taner abi deyince yağlı şekerli ekmek yemek, Çağlar deyince çekirge-sümüklü böcek toplamak, İlker abi deyince yokuştan aşağı anırarak bağırıp koşmak gelir aklıma. Bir de çubuklu pijaması ve beyaz atletiyle abimlere ‘topunuzu keserim ulan!’ diye bağıran amcaya, mutfak penceresinden kocaman göbeğini sarkıtıp ‘Neyi kesiyon lan sen! sabaha kadar oynayacaklar, sesini çıkartmayacaksın’ diye cevap veren babamı, arkadan sessiz tepinmelerimizle desteklediğimiz anlar aklımda.
Düşününce güzel anılarımın hepsinin mevsiminin yaz olduğunu hatırlıyorum bir de/ hiç tereddütsüz. Kışın nasıl zaman geçirilmiş, canım sıkılmış mı ya da sokağı özlemiş miyim hiç anımsamıyorum. Şu yaşıma geldim hala kışı sevmem, hala aklım fikrim gezmelerde, sokaklardadır. Ya ruhum çocuk kaldı benim ya da yaşımın insanı olamadım hiç, bilinmez ki.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder